21 Şubat 2013 Perşembe

Kımıltısızlığı Taşların...

Bu gece yağmur yağıyor, zamansız bir yağmur. Öyle güçsüz ki, bir-iki gök gürültüsü olmasa varlığını bile hissetmeyecektim. Yağıp yağmamakta kararsızlık çekiyor, her damla kendisi adına özür diliyor adeta. Bana biraz daha mutsuz olmamı ve kendim adına özür dilememi fısıldar gibi. Ben de yazıyorum. Yalnızım. Oysa bu gece o kadar etkilenmiyorum yağmurdan, ağlamıyorum çünkü senin için.

Bu gece, gidiyorum. Gitmek, ne korkunç bir sözcük. Vedalaşmak, gitmek, bırakmak, terk etmek, ayrılmak... Tek bir veda bütün bir ömür boyu sürüyor. Sanki binlerce parçalanmış midye kabuğunun çizdiği bir yoldan gidiyorum, var olmayan inciyi aramış birinin izini sürüyorum. Biliyorum, bir insanın sevgisini kaybetmek, zorlukla alışılmış bir doruktan aşağıya yuvarlanmaktır. 

Ancak sen ilgilendiğinde kanamaya başladı yaralarım, oysa hep oradaydılar. Kabuk bağlamışlardı, sen kendini yalayarak kendi yaralarını tedavi ettiğini iddia ettiğinde. Gereksinim duyuyorum izlere, bir zamanlar acı çektiğimi hatırlatmaları için bile olsa gereksinim duyuyorum. Zamanın geçip gitmesine, elimde hiçbir şey bırakmadan akmasına dayanamıyorum çünkü. Oysa her iz doğduğu anda ayrılıp başkalaşıyor onu yaratandan, gerçekdışı oluyor. (Yaşamımın ağını gözyaşlarımla örüyorum, bir örümcek gibi.)

Oysa biliyorum, sen dokunmadın bile yaralarıma, sadece baktın, şöyle bir an, gözucuyla. Başını kitabından kaldırıp kendisini çağıran sese cevap veren biri gibi. "Ne var?"

Sen acının sınırları olduğuna inanır mısın? O zaman belki bu yağmurun son yağmur olduğunu da düşleyebilirsin. 

Bana bir zamanlar verdiğin sevgi, benim de hiç çekinmeden aldığım, sonsuzmuşcasına, korkusuzca, eriyip gitti, bir çocuğun elinde korumaya çalıştığı gizemli, mucizevi bir kar tanesi gibi. Geride kalan anlamsız bir ıslaklık işte. Sevişme sonrasında yatakta bıraktığımız ıslaklık gibi, göz çarpmayan, kolaylıkla bırakılıp gidilen; yalnızlığın bir ayrıntısından başka bir şey değil.

Suların akışı, avuçlarından sızıp gitmesi tanımsız bir acı veriyor bana. Geçmişe duyulan özlemden söz etmiyorum; geçmiş bugünden daha mutlu değildi, olup olmadığını hiç sormadım kendime. Zamanın durdurulamayan akışından, sürekli "bu an"ın geçmiş oluşundan duyduğum o iç sızısını anlatıyorum. Sanki büyük bir ırmak boyunca gidiyorum; hiçbir yerde durmama ve kıyıya çıkmama, hiçbir şeye ikinci kez bakmama izin yok. Bunun bir gelecek korkusu olduğunu söyleyebilirsin, ya da o tanıdık, eskimiş ölüm duygusu. Bence değil; ölüme doğru kaçınılmaz yol alışı ben de herkes gibi unutabiliyorum. Anıların, hiç yaşanmamış gibi birbiri ardına yitmesinin yalın hüznü söylediğim. Belki bu yüzden hep izler istiyorum. Belki de gerçek ölümler...

Bazen bir düşten uyanır gibi, hayatımdan uyanmayı bekliyorum, ama inan sözünü ettiğim ölüm değil gene.

Ölüm öylesine gürültülü ki. Onun yalnız kahkahasını duymuştum. Giysilerimi çıkarıyorum teker teker, seninkileri de, çırılçıplak kalana dek, yavaşça; saçlarımı kesiyorum sonra, seninkileri de, kara, tahta bir tabuta seriyorum onları, üst üste ölüler gibi. Büyülü bir müzik eşlik ediyor bu ayine. Giderek hızlanan bir ritim var; marimbalar, vibrafonlar, gonglar, yarıya kadar doldurulmuş kristal kadehlere vuran incecik çubuklar... Sonra bir midye kabuğu oluyor, parçalanıyorum. Her gece, yeniden, her gece... Günbatımını göremeyecek bir yarımay olarak doğuyorum, her sabah kendi kanımda boğulmak için - ki Kızılderiler o kandan  yaratıldıklarına inanır. Her gece anne oluyorum ve ölüyorum.

Giderken, tek avuntum, kımıltısızlığı taşların.

Hiç yorum yok: