4 Mayıs 2010 Salı

Aslı Erdoğan'dan alıntılar...

İnsan kendi yazgısını nasıl taşır? Nasıl katlanır kendi tarihine?

‘Nekahet dönemi’ denilen uzun, upuzun, acılı bekleyişin bir ritüeli bu. Bir adımı ötekinin adımı ötekinin önüne koyabilmek, başını dik tutabilmek, kendince, kaderince yürüyebilmek. Yağmurun ve güneşin altında... Kış biterken...

Sanki görme yetisi pahasına başka yetiler kazanmış tuhaf, tortulu, tamamlanmamış bir bakış. Dünyayı bir uçundan ötekine tarayan, kendine dair bir iz bulamayan...
Sessizce, kaderince yürümek. Görünürle görünmezin sınırlarında, uğultulu kalabalıklar arasında, salt mesafelere işaret eden sarp bir yalnızlıkta... Aniden bedenleşen bir gölge gibi, incecik bir varlıksızlık durumunda. Kış kendiliğinden biterken...

Her gün daha da ıssızlaşan, bütünüyle tanıdık, bütünüyle yabancı bir dünyada yürüyüp gitmek. Dilinin ucuna takılan bir ezginin peşinde, tek tük sözcükler kopararak boşluktan, hatırlanmak istemeyen anıları kovalayarak...

Bir yıkımı, bir umutsuzluğu, bir acıyı hızla, boydan boya kat ederek ardında bırakmak. Bir o çağrıya, bir ötekine açılmak. Uysalca salmak kendini sünger gibi emdiğin uğultuya... Onunla dolmak, onunla konuşmak. Sözcüklerden medet ummak. Dönüp durup aynı yere gelmek, aynı çıkmazlarına, kafeslerine dalmak yüreğin, aynı sözcüklere tutunup ayağa kalkmak... El yordamıyla ilerlemek yıkıntılarda, kendi geçmişini arayan bir hayalet gibi. İnsana dair bütün öykülerin çarpıp parçalandığı taşların arasında... (Bir yol olmalı ama, beni hayata geri götürecek bir yol olmalı. Hayattan buraya geldiğime göre...)

Ve başlamak... Yeniden, bir kez daha. Yıllardan, yenilgilerden, mevsimlerden, ölümlerden sonra, onca vaatinden ve ihanetinden sonra yazgının, yeniden başlamak. Örümcek ağlarından kurtulan bir sinek gibi, yarım yamalak kanatlarını rüzgara açarak yola koyulmak. Bir sonsuz kez daha. Başlangıçlarla sonlardan oluşan hayatın nasıl geri dönüşsüz, acımsızca geridönüşsüz olduğunu öğrenmiş gözlerin uzaklara, kendi hayali ufkuna dikili.

Hiç yorum yok: