7 Ağustos 2017 Pazartesi
Alexis ya da beyhude mücadelenin sonu...
Art niyetim yoktu; olabildiğince az düşünüyordum. Kendimi tamamiyle çalışmaya verdiğim için çok sevindiğimi biraz da alayla hatırlıyorum. Uyuşukluk halinden rahatsız olmayan, ama en ufak bir harekette ürperip titreyebileceği için kımıldamaktan korkan bir hummalı gibiydim. Sükûnet dediğim buydu. Olacaklara çok yakınken, içinde uykuya dalınan bu sükûnetten korkmak gerektiğini sonradan anladım. Rahat, sakin olduğumuzu sanırız, belki de, bizden habersiz, içimizde bir şeye çoktan karar verildiği için.
Hayatım boyunca arzuyu ve korkuyu birbirine karıştırmıştım; artık ne birini ne de ötekini hissediyordum. Mutlu olduğumu söylemiyorum: mutluluğa pek alışkın değildim; sadece, bu denli az altüst oluşum karşısında serseme dönmüştüm. Her mutluluk bir masumiyettir. Sizi gücendirmek pahasına, daima zavallı görünen bu kelimeyi tekrarlamak gerek, zira hiçbir şey sefaletimizi mutluluğun öneminden daha iyi kanıtlamaz...
16 Kasım 2015 Pazartesi
Akıl Dönmesi...
11 Ekim 2013 Cuma
İki Sersem : Sen ve Ben
10 Nisan 2013 Çarşamba
Aslı Erdoğan / Ve Havai Fişekler Patlıyor!
28 Şubat 2013 Perşembe
Bu sese şimdilik 'sen' diyeceğim...
Bir kez daha suskunluğun tam ortasında konuşuyorum —ben derken kendimden söz ettiğimi düşünürseniz aldanırsınız— konuşuyorum, her şeyi kaybetmeyi göze alıyorum. Sürgün, bir kez daha. Ancak böyle, ancak şimdi, sözcüklerin kısır toprağında yolumu açarken, bu bir yolsa eğer, çabucak silinmişin, yerinden edilmişin, unutulmuşun izinden gidiyorum demektir. Çoktan çekip gitmiş şeylerin...
Hayır bu bir yolculuk miti değil. İnsanoğlunun gençlik çağına ait, —bence— yeniyetmelikten yaşlılığa ani adımını atarkenki o dev yaratılardan biri hiç değil. Ne cennetin tadını bırakan bir damla vaat ediyor, ne cehennemin külünü... Çok zaman geçmiş olmalı mitlerden kopalı beri ve her cehennem deyişimde bunun gerçek cehennem olmadığı bildirildi bana hep. Onu tanımadığım, tanıyamayacağım... Cennete gelince, şimdilik ona geceyi çıkaramadan kurulan düş diyelim. O başkalarının sözcüğü.
Ama bir şey var ki, daha duyulmadan susturulmuş, boşluk diye adlandırılmış. Daha doğmamış olandan geriye kalan bir iz, salt çizgiden bir resim, boğulan bir mırıltı, bir boşluk.
Zor, bir kez daha, şimdi, böylece söze girmek. Bütün kayıplarından sonra hayatın... Bunca gecikmiş. Hep gecikmiş, hep zedelenmiş. Tek başına konuşmak sözcükleri çoktan ele geçirmiş bir dünyada... Üstelik hiç kimsenin ya da hiçbir şeyin kendisiyle bir ve aynı olmadığı bir dünya bu, tam tamına böyle söylemişlerdi bana, ne gereği vardı ki böyle bir dünyaya inanmanın? Susturulmuşluğun ağır, acılı, ezici deneyiminin içinden konuşuyorum. Dile gelir gelmez yolculukları bitiyor sözcüklerimin, kendileriyle bir ve aynı olmadıklarını en baştan biliyorlar. Hayatın bütün kayıplarının ortasından geçip, aslında hiç çıkmadıkları bir yere, kendilerine dönüyorlar. Dönecek başka yerleri olmadığı için.
Bir kez daha susturulmuşluğun o ağır, acılı, sıkıntılı deneyimi çok iyi bildiğim için hep unuttuğum o deneyim. Parıltılı bıçak, toz ve kül, kaba ve alaycı kahkaha, dile dolanan dil, altın iğne, cennet tadındaki damla, sürüne sürüne hepsinden kurtulmaya çalıştığım kibirli, şişkin, buyurgan göz, her şeyi yutan sessizlik, sinsi cehennem. Sözcükleri içten içe oyan görünmez bıçak.
Yalnızlığımın tam ortasından konuşuyorum, ben ki yalnızlıktan daha uzun süren bir şey tanımadım. Şimdi kendimden söz etmediğimi düşünürseniz yanılırsınız. Kendi dilimi konuşmaktan başka çarem yok, kendi ıssızlığımı, ki benim cehennemimde de gerçek bir şey vardı ve ona ‘başkaları’ diyemeyeceğim, ‘bu benim’ diyeceğim.
Zor bütün bu sözcüklerin, gürültülerin ortasında eğilmek ve dünyanın mırıltısına kulak vermek —çünkü konuşmaz dünya. Bu sesin serinletici bir soluk gibi içine dolanmasını beklemek. En yakın karanlıktan daha yakın ışığa —saf, cılık ve ürkek— bakmak, içinde her şeyin kaybolduğu yola koyulmak, acılı toprağa ağlamak... Geceyi çıkaramayan düşün peşinde, çoktan bir başka yere gitmiş olanın, hiç doğmamış olanın peşinde, karanlıkta, el yordamıyla, belli belirsiz çağıran ama hep uzaklaşan, asla yanıtlamayan sese doğru...
Bu sese şimdilik ‘sen’ diyeceğim.
21 Şubat 2013 Perşembe
Kımıltısızlığı Taşların...
23 Ocak 2013 Çarşamba
...
26 Aralık 2012 Çarşamba
Postaneden geri döndüm korkakça, gücüm yetmedi yollamaya, ama eminim ki insan bu - yapacaktır - en kısa sürede -
Tek ihtiyacım olan şey, biraz kahve - sigara - yalnızlık - ve senin için hazırladığım yılbaşı hediyesi.
Yanı başımda, o bana bakıyor ben ona...
Ne kadar çok şeyi değiştirecek değil mi küçük bir zarf? Sen susmuşken, ben uyuyorken, o hayatımızı yeniden anlamlandıracak, sadece bir kaç gün sonra.
Üzgünüm, böyle olmasını istemezdim. Emin ol, çok acı çektim ben de o mektubu gönderirken - yani seni, geçmişi, senin geleceğini -
Ama artık daha güçlüyüm, beni hiçbir şeyin korkutamayacağını anlaman, yaptıklarının ve yapmadıklarının bedelini ödemen gerekiyordu.
Zarf yola çıktı. Bu ilk zarf, eminim ki bizim geçmişimiz tek zarfa dolacak kadar hafife alınamaz.
Bir sonrakileri elden teslim edeceğim, o daha da zor olacak biliyorum.
Ama artık bitti.
Bir böceğe insan olmayı anlatamayacağını, böceğin asla insan olamayacağını anladım.
Bencil olmamayı beceremeyen erdem, pişman olmayı asla sağlamayacaktır.
Zarfın formülü buymuş sadece...
7 Kasım 2012 Çarşamba
Onu tanıdığımda...
ONU TANIDIĞIMDA…
Onu tanıdığımda kafası çok karışıktı.
Onu tanıdığımda filikaları batmış gibiydi.
Onu tanıdığımda elleri birer cesetti.
Hemen hiç konuşmazdı.
Dudaklarıyla oynar, sözcükler türetmeye çalışırdım.
Gecenin dümeniyle oynar kayalara bindirirdim.
Kuşların gagalarıyla oynar kıvılcımlar çaktırırdım.
Onu tanıdığımda avuçları bu kadar aydınlık değildi.
Onunla ben bir kez içki içmedim.
Onunla ben bir dağı kaldırıp altına bakmadım.
Onunla ben boyaları karıştırıp olmayan bir rengi aramadım.
Onu sarstığımda öfkelenmezdi.
Ona vurduğumda tanrı bir şey demezdi.
Ben ona hiç armağan almadım.
Ben ağaçlara hiç yaprak armağan etmedim.
Ben denize hiç mürekkep balıkları armağan...
Onu tanıdığımda etinden bir tay yontuyordu sadece.
Şimdi ise yavaş yavaş ben yontacağım onu - kendini unuttukça beni de unutacağını varsaymıştı sadece...
7 Mayıs 2012 Pazartesi
Söz... Birlikte öleceğiz...
Bazen, kendimi küçülmüş, bunalmış hissettiğimde, düşlerimin gücü bile yaprak döküp kuruduğunda ve elimde düşlerimi düşünmekten başka düş kalmadığında, eski düşlerimi rasgele karıştırdığım olur, ister istemez hep aynı kelimelerle karşılaşsak da tekrar tekrar karıştırdığımız kitaplar gibi. Seninle ne olacağını da o zaman merak ederim işte, şatafatlı sessizlik törenlerinin yapıldığı farklı manzaraları, eski iç dünyaları ağır ağır seyrederken gördüğüm o resmi... Bütün düşlerimde düş gibi görünür ya da sahte bir gerçeklik gibi bana eşlik edersin. Seninle belki düşlerinde yaşayan memleketler, belki de yoklukla, insani olmayan şeylerle yoğrulmuş bedenlerinin bir parçası olan ülkeler gezmişimdir, esas bedenin ise, gizli bir sarayın bahçesinde, sakin hatlarla çizilmiş ova ve dağlarda erimiştir. Belki de sahip olduğum tek düşsün sen ve belki yüzümü seninkine yapıştırsam, gözlerinde imkansız manzaraları, sahte sıkıntıları, yorgunluklarımın karanlığını, huzursuzluğumun kovuklarını dolduran o duyguları bulacağım. Düşlerimdeki manzaralar,seni düşlememek için bir yol olmasın sakın? Kim olduğunu senden daha iyi biliyorum, ama ben kimim, onu biliyor muyum sanki? Düş görmenin ne olduğunu, gerçekten ne olduğunu biliyor muyum ki, sana düşüm demenin ne anlama geldiğini bilebileyim? Belki benim parçamsın, belki en önemli, en gerçek parçamsın, bunu biliyor muyum? Yoksa düş benim, gerçeklik sen misin, ben senin düşün müyüm, yoksa sen benim yarattığım bir düş değil misin?
Nasıl bir hayat seninki? Seni nasıl görüyorum? Beni nasıl görüyorsun? Hiç değişmediği halde hiç aynı kalmıyor her şey. Bildiğimden söylüyorum bunu, ama bildiğimi bilmeden. Bedenin mi? İster çıplak olsun ister giyinik hep aynı, otursa da, yatsa da, ayakta dursa da, bana sarılsa da hep aynı pozisyonda. Bütün bu anlamsızlıkların anlamı ne? Daha fazla ne kadar çökerteceksin beni?
3 Mayıs 2012 Perşembe
6 Nisan 2012 Cuma
Cellad kim?
Biliyorum ki kendimi sevmedikçe diğerlerine vereceğim sevgi aslında ihtiyaçtan... Sevgiye aç yaşıyorum ve kendime veremediğimi başkalarına verip onlardan umuyorum. Bununla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum. İnsanları aşağılayarak kendimi yüceltmeye çalıştığım o günlerdeki gibi kemiriyor ruhumu düşünceler. Çünkü her defasında sevilmeyeceğimi düşünerek son çığlıklarımı atıyorum sığ bataklıklar üzerinde. Ama ben kendimi bile aslında sevilmek istediğim gibi sevmiyorum. Sürekli ben ve kendim ikili kavgalarda öldürücü darbeler savururlarken birbirlerine, anbean ayrı düşüyorum kendimden. Gitmek çözüm olsa bile kendimi bırakamayacağım gerçeği tokatlıyor ruhumu... Korkularım zamanında ölmek ile başlıyor aslında. Zamanında yaşamayan biri, zamanında nasıl ölebilir ki? Yaralı kuşların birbirine sarılarak uçamayacağını biliyor olmam gerekirdi ama tüm bildiklerim sadece elimi attığım hiçbir şeyi istediğim gibi başaramadığımdı. İstediğim evlat, istediğim eş, istediğim arkadaş, istediğim ebeveyn olamadım, olamayacaktım belki de. Ne istediğimi de bilemememle beraber sadece namemnundum halimden. Ölüm bile beni görünce yön değiştirecek kadar yabancı oysa varlığıma. Sıfatlar bile hiç memnun etmemiş beni. Sıfatlarımla yaşayamadım hiç, toplumun bana atfettiği her sıfat hafif bir mide bulantısı oluşturdu bende. Çocuk olmak, ebeveyn olmak, öğrenci olmak, işçi olmak, sevgili olmak... Her şeyden öteye ben, "ben" olmayı hiç istemedim ki! Bundandır belki de tutunamadım hayata. Yaşama hakkımı zorla elde etmedim sonuçta. Yaşamak için savaşmayı da anlamsız buldum ama hep aitliğim olsun, aidiyetliği tadayım istedim. Bu kadar bağlanmaya müsaitken ruhsal varlığıma bile saygı duyamayacak kadar örseleyen neydi beni bilmiyorum. Mutsuzluk yalnızlığımla sırt sırta vermiş adeta, bundandır istikrarsızlığım belki de? İnsanların benimle ilgilenmesi, zor zamanlarımda onlara dert yanabilme özgürlüğüm, hayatın beni hep ters köşeye yatırmış olması ve tüm bunların elbette benim değil insanların suçu olduğu hakikatı var ve de... Kendimi yerden yere vururken, nasıl bir de kötülüğümle ya da olumsuzluğumla yüzleşebilirim ki? Her şey bana hayat veren annemin suçu ya da yeterince sahiplenmeyen babamın? Ben sadece kurbanım. Kurban olduktan sonra, kurban etmeyi kolayca başardım. Önce sevgililerimle yola çıktım, sonra da ailemi kurban ettim kendimi içimde. En son sıra Tanrı'ya geldi. Ve işte o anda acizle tanıştım. Karanlıkta aç bırakılmış ve halatlarla dövülmüş, defalarca benim tecavüzlerime maruz kalmış, kendisine verilenleri doğru tarafa bakamadığı için asla görememiş, yardım isteyen ama kalkmayı veya seslenmeyi akıl edemememiş egomla karşılaştım sadece. İşte sadece o, egom. Öylesine güzel, öylesine savunmasız ve pislenmişti ki fikirlerimle, kömürlükteki bir çocuğa benzettim onu. Sarılmak istedim ama kendi kendini zehirleyen bir yılan gibi itti beni kendinden. Onunla yüzleşmek, onunla yaşamaktan çok daha ağırmış meğer. Onu tanımak, neler yapabileceğini bilmek, başıma ördüğü çorapları anlamak ve bize yaptıklarını her dakika düşünmek... Hepsi daha çok acıttı yüreğimi. Daha çok suçluluk duydum ve daha çok nefret ettim kendimden. Oysa ki nefretim varlığımdaki en güzel şeyden besleniyordu. Vermeye hevesli olduğum ve almaya ihtiyaç duyduğum sevgiden. İşte o anda anladım ki sevgiyi kullanmayı bilmeyecek kadar deneyimsizim bu hayatta. Çünkü, mutsuz oldukça insanların beni sevme olasılığı olduğu öğretilmiş bana ya da hareketlerim yüzünden hep bu şekilde davranılmış geçmişten bugüne. İstemsiz olarak etiketlemişim meğerse sevgiyi. Dolayısıyla seni etiketlemişim. Şimdi ezberi bozmaya çalışıyorum sende var olan, sudan çıkmış bir balık gibi çırpınıyor görünsem de sadece sevgi konusunda son nefesini veremeyen bir kurbanlık gibi hissediyorum kendimi. Celladım sen misin yoksa ben mi?
10 Mart 2012 Cumartesi
seversen sen seni...
...
tekrar söylüyorum,
öğretmezsen öğrenemem.
tekrar söylüyorum bir son var,
son defanın bile sonu,
yalvarmanın son seferi,
rol yapmayı bilmemeyi bilmenin,
söylemenin son seferinin bile bir sonu var.
beni sevmezsen sevilemem,
seni sevmezsem sevemem.
bayat sözlerin yayığı gene kalpte
eski lavabo pompasından aşk aşk aşk
diye fışkıran ses
dövüle dövüle kesilmiş sütün suyu
değiştirilmesi imkansız sözcükler...
korkutuyor yine!
sevmemek,
sevmek ve seni değil,
seviliyor olmak ve senin tarafından değil,
rol yapmayı,
rol yapmayı bilmemeyi bilmek,
ben ve seni sevecek olan diğerleri,
severlerse seni...
...
16 Kasım 2011 Çarşamba
12 Ağustos 2011 Cuma
Love issues, Borderline issues!
13 Mart 2011 Pazar
Maksimum Distraksiyon Enerji Limitimi Zorluyorsun...
1 Mart 2011 Salı
9 Şubat 2011 Çarşamba
7 Şubat 2011 Pazartesi
Godot gelmedi
23 Aralık 2010 Perşembe
Godot'yu Beklerken
2 Aralık 2010 Perşembe
Çubuk Kraker ve O
4 Mayıs 2010 Salı
Aslı Erdoğan'dan alıntılar...
İnsan kendi yazgısını nasıl taşır? Nasıl katlanır kendi tarihine?
‘Nekahet dönemi’ denilen uzun, upuzun, acılı bekleyişin bir ritüeli bu. Bir adımı ötekinin adımı ötekinin önüne koyabilmek, başını dik tutabilmek, kendince, kaderince yürüyebilmek. Yağmurun ve güneşin altında... Kış biterken...
Sanki görme yetisi pahasına başka yetiler kazanmış tuhaf, tortulu, tamamlanmamış bir bakış. Dünyayı bir uçundan ötekine tarayan, kendine dair bir iz bulamayan...
Sessizce, kaderince yürümek. Görünürle görünmezin sınırlarında, uğultulu kalabalıklar arasında, salt mesafelere işaret eden sarp bir yalnızlıkta... Aniden bedenleşen bir gölge gibi, incecik bir varlıksızlık durumunda. Kış kendiliğinden biterken...
Her gün daha da ıssızlaşan, bütünüyle tanıdık, bütünüyle yabancı bir dünyada yürüyüp gitmek. Dilinin ucuna takılan bir ezginin peşinde, tek tük sözcükler kopararak boşluktan, hatırlanmak istemeyen anıları kovalayarak...
Bir yıkımı, bir umutsuzluğu, bir acıyı hızla, boydan boya kat ederek ardında bırakmak. Bir o çağrıya, bir ötekine açılmak. Uysalca salmak kendini sünger gibi emdiğin uğultuya... Onunla dolmak, onunla konuşmak. Sözcüklerden medet ummak. Dönüp durup aynı yere gelmek, aynı çıkmazlarına, kafeslerine dalmak yüreğin, aynı sözcüklere tutunup ayağa kalkmak... El yordamıyla ilerlemek yıkıntılarda, kendi geçmişini arayan bir hayalet gibi. İnsana dair bütün öykülerin çarpıp parçalandığı taşların arasında... (Bir yol olmalı ama, beni hayata geri götürecek bir yol olmalı. Hayattan buraya geldiğime göre...)
Ve başlamak... Yeniden, bir kez daha. Yıllardan, yenilgilerden, mevsimlerden, ölümlerden sonra, onca vaatinden ve ihanetinden sonra yazgının, yeniden başlamak. Örümcek ağlarından kurtulan bir sinek gibi, yarım yamalak kanatlarını rüzgara açarak yola koyulmak. Bir sonsuz kez daha. Başlangıçlarla sonlardan oluşan hayatın nasıl geri dönüşsüz, acımsızca geridönüşsüz olduğunu öğrenmiş gözlerin uzaklara, kendi hayali ufkuna dikili.