7 Ağustos 2017 Pazartesi

Alexis ya da beyhude mücadelenin sonu...

Istırap tektir. Tıpkı zevkten söz ettiğimiz gibi ıstıraptan da söz ederiz; ama ancak bizi hükümleri altına almadıkları, artık hükümleri altına alamadıkları zaman. İçimize her girdiklerinde bizde yeni bir duygunun şaşkınlığını yaratırlar ve onları unutmuş olduğumuzu kabul etmemiz gerekir. Yenidirler, çünkü biz de öyleyizdir: her seferinde onlara, hayatın az çok değiştirdiği bir ruh ve bir vücut veririz. Ama yine de ıstırap tektir. Istırap gibi zevkin de her zaman aynı olan birkaç biçimini tanıyacağız yalnızca, ve bunların tutsağıyız. Bunu açıklamak lazım: Sanırım ruhumuzun sınırlı bir klavyesi var, ve hayat ne yaparsa yapsın, ondan iki üç zavallı notadan fazlasını çıkaramıyor. Kimi akşamların korkunç yavanlığını hatırlıyorum, insanın olaylara kendini onlara bırakmak istercesine tutunduğu akşamları; müzik konusundaki aşırı­lıklarımı, belki de arzuyu başka bir nitel iğe oturtmaktan başka bir şey olmayan marazi ahlaki kusursuzluk ihtiyacımı. Kimi gözyaş­larını hatırlıyorum, ortada gerçekten ağlanacak bir şey yokken dökülen gözyaşlarını; acıya ilişkin bütün deneyimlerimin yaşadığım ilk acının içinde bulunduğunu anlıyorum. Daha fazla ıstırap çekebildim, yine de başka türlü ıstırap çekmedim; hem, ıstırap çektiğimiz her seferinde daha fazla ıstırap çektiğimizi sanırız. Fakat acı bize sebebine dair hiçbir şey öğretmez...

Art niyetim yoktu; olabildiğince az düşünüyordum. Kendimi tamamiyle çalışmaya verdiğim için çok sevindiğimi biraz da alayla hatırlıyorum. Uyuşukluk halinden rahatsız olmayan, ama en ufak bir harekette ürperip titreyebileceği için kımıldamaktan korkan bir hummalı gibiydim. Sükûnet dediğim buydu. Olacaklara çok yakınken, içinde uykuya dalınan bu sükûnetten korkmak gerektiğini sonradan anladım. Rahat, sakin olduğumuzu sanırız, belki de, bizden habersiz, içimizde bir şeye çoktan karar verildiği için.

Hayatım boyunca arzuyu ve korkuyu birbirine karıştırmıştım; artık ne birini ne de ötekini hissediyordum. Mutlu olduğumu söylemiyorum: mutluluğa pek alışkın değildim; sadece, bu denli az altüst oluşum karşısında serseme dönmüştüm. Her mutluluk bir masumiyettir. Sizi gücendirmek pahasına, daima zavallı görünen bu kelimeyi tekrarlamak gerek, zira hiçbir şey sefaletimizi mutluluğun öneminden daha iyi kanıtlamaz...

16 Kasım 2015 Pazartesi

Akıl Dönmesi...

Akıl Dönmesi: Zamandan ve tarihten çıkagelen olay örgülerinin hafızadaki kişilik katmanları arasında, ilkel benlik ve sosyolojik koordinatın belirlediği pürüze takılıp histeri krizleriyle bu metaforun en dibindeki ilk bilgilenme alanına hissettirmeden girip yerleşmesi, labirentler açması, peşinden labirentlere giren uyarıcıların da etkisiyle bilinçaltı disiplinini bozması; uyumsuz veya tekil, agressif tutumlar ve tedaviye muhtaç yalnızlıklar oluşturması.
Biz ayrılmıyoruz ki, yalnızca atomlarına ayrılıyor aşk. Zaten bazen susmak da, kendini tekrar etmektir demişler.



Yekpare entarileri altında gölgelerini saklamaya çalışırlarken tüm varlıklar, yokluğa tenezzül fikir oynamasıdır; yoksa herkes bilir ki sevişmek müsibettir. İstemesen de, tümör, dışında değil, hep içinde bir yerlerde büyür.
Istıraptan sorumlu cinlerle geçtiyse çocukluğun, terk edip gidenler bir gün ayna kaplı tabutunun gövdesinde şüphesiz görünür.
Biz ayrılmıyoruz ki, yalnızca kıyafet değiştiriyoruz. Zaten bazen uzaklaşmak da, bizzat hayat tarafından sömürülür - ya da taraflar tarafından... Bunu da sadece zaman gösterir!

11 Ekim 2013 Cuma

İki Sersem : Sen ve Ben

Yağmurlar başladı, bu kötü. Bazılarımızın ne yapacağı belli olmaz artık. Hava böyle olunca verilmiş sözler sakıt olmalı, geçersiz. Yağmur başladı, hiçbir şeye benzemez. Yazın ne olduysa oldu. Her zaman olur, bilirsiniz. O işler bitti işte. Yağmurda eriyip gitmeyen kalır geri. Kaldı mı bir şey? Zor. Çünkü bazılarımız yağmurda eriyen adamlar. Kimilerimiz yağmurla eriyen kadınlar... Öyle öyle.
 
BRAVO!
Güzel olan her şey narin zaten. Bir tek hüdai nabitler, bir tek nadide olmayan sözleşmeler dayanıyor yağmura, kara, çamura. Kızılay çadırları gibi bazı ilişkiler, hastane battaniyesi gibi. Bazıları sadece dayanıklılık üzerine. Hayrını görsünler...

“... çünkü öleceğiz.” Bu cümlenin başlangıcı nasıl sende? Hangisi? “Sadece güzel olana akıyorum, sadece canlı olana doğru...” diye mi başlıyor? Yoksa “Geçecek ve bitecekse her şey, bir yere, bir şeye, birine tutunmalı...” diye mi? Ne çok insan ikna etmek istiyor kendini kendi hayatına. Ne çok insan ispatlamak ihtirasında doğru olanın hastane battaniyesi olduğunu. Künt. Kalın. Dayanıklı işte. Bravo!

Madem öyle, bir tek bile işe yarar filmi, okumaya değer romanı, kahredici şiiri olmayan hayatların içinde neden izleyip duruyorlar öteki hayatları? Battaniyelerin altında saklana saklana... Güzel ve kırılgan, heyecanlı ve havai olanlar, ortalama ve dayanıklı olanlar için mi yaşıyorlar hayatlarını? Onlar izlesin diye... Hikaye ihtiyacını gidermek için... Yani biz bu dünyada emniyetli hayatlarında onlar eğlensin diye mi bulunuyoruz? Bize de bravo!

ÇADIR SÖZLEŞMESİ

Yağmura kadar seviyorlar senin gibileri. Biliyorsun değil mi? Mevsim değişince Kızılay çadırlarına giriveriyorlar. Çünkü orada, onları ne olursa olsun hiç soru sormadan bekleyen birileri var. Arada bir dışarıda bir heyecan yaşansa da sonunda aynı çadıra girmeye karar verenlerin sözleşmesi bu. Sen bilmezsin. Başka türlü işler onlar. Tuhaf, karanlık işler; battaniyeli.

Dünyayı onlar kuruyorlar, çocukları onlar yetiştiriyorlar, köprüler filan, evler, kot farkı falan hep onların işi. Garip bir hayatları var. Perde boyu ölçüyorlar diyelim ki. Ecri misil diye bir şey var mesela. Onlar bunları hep biliyorlar. Bir şeyleri bir şeylerine hep denk geliyor. Bilmiyorum, çok karanlık bir tarafları var. Sen yaşlanıyorsun mesela aniden, ama onlar bunu çoktan hesap etmiş oluyorlar. Sen şaşırıp kalıyorsun ya bazen, onlar bunu evvelden öngörmüş oluyorlar. Planları var onların. Sen gidiyordun ya bir yerlere, onlar o sırada oturup bunları hesap etmiş oluyorlar. Onlara işte yağmur yağınca hiçbir şey olmuyor. Hem de -her nasılsa- sana bir şey olacağını bile biliyorlar. Sen akşam pazarındaki son domatesler gibi tezgahta...

GARİP İŞLER

Buna mukabil, sen aniden yolunu değiştirip havalanına gidebilirsin. Ne şanslı hissediyorsun kendini bu yüzden. Başına türlü iş gelebilir, en acayip işler de senin başına gelir. Bu yüzden övünüyorsun bile kendinle. Kaçtım kurtuldum sanıyorsun çadırlardan, battaniyelerden. Onlar bir tuhaf, bak söylüyorum sana. Sonunda düştüğünde onlar hep ayakta. Çok sıkılmış oluyorlar belki yaşarken ama sen çamurun içine düşmüşken “Oh be!” diyorlar, “Neyse ki doğru karar vermişiz, sağlam yolu tutmuşuz şu hayatta!”

Tamam onlar biraz içtenpazarlıklı, pekala epey da korkaklar. Ama sen de az sersem değilsin. Görünüşe bakılırsa da önümüzdeki yağmurlarda da pek bir ilerleme kaydedemeyeceksin. O zaman ne yapmalı? O zaman... Bir dakika! İlerideki tabelada ne yazıyor öyle? Bi' dak'ka! Bi' dak'ka! Hmmm... Evet o şehre henüz gidilmemişti. E, radyoda da aniden Tom Waits çaldığına göre, zaten yağmur da var... O zaman bas gaza. İkimizden başkası kalmadı nasılsa... Zaten bundan sonra ne yaparsak yapalım, senin ve benim için yine de “İki sersemdiler” diyecekler sonunda.

10 Nisan 2013 Çarşamba

Yalnızca kendisi için var olan bir sevgiydi bu; yoksul, yaralı, bilinçsiz, çılgınlığa çok yakın, tiksinti ve nefret patlamalarıyla yüklü -ki böyle bir sevginin yazgısı, yok oluşu aramaktır. Vitrinde solan bir çiçek gibi, hiç kimseye ulaşamadan zehirlenmiş, en insanca biçimde kirlenmişti.

Aslı Erdoğan / Ve Havai Fişekler Patlıyor!

28 Şubat 2013 Perşembe

Bu sese şimdilik 'sen' diyeceğim...

Zor bir çiçeklenmeyi başarmak. Uzun, beyaz bir mevsimin ortasında, günün çıplak keskin ışığında, sessizliğin gözcülük yaptığı mırıltıların arasında. Zor bunca gecikmişken... Her şeye karşın deniyorum. En azından denemem gerek, başka çarem yok sanırım.

Bir kez daha suskunluğun tam ortasında konuşuyorum —ben derken kendimden söz ettiğimi düşünürseniz aldanırsınız— konuşuyorum, her şeyi kaybetmeyi göze alıyorum. Sürgün, bir kez daha. Ancak böyle, ancak şimdi, sözcüklerin kısır toprağında yolumu açarken, bu bir yolsa eğer, çabucak silinmişin, yerinden edilmişin, unutulmuşun izinden gidiyorum demektir. Çoktan çekip gitmiş şeylerin...


Hayır bu bir yolculuk miti değil. İnsanoğlunun gençlik çağına ait, —bence— yeniyetmelikten yaşlılığa ani adımını atarkenki o dev yaratılardan biri hiç değil. Ne cennetin tadını bırakan bir damla vaat ediyor, ne cehennemin külünü... Çok zaman geçmiş olmalı mitlerden kopalı beri ve her cehennem deyişimde bunun gerçek cehennem olmadığı bildirildi bana hep. Onu tanımadığım, tanıyamayacağım... Cennete gelince, şimdilik ona geceyi çıkaramadan kurulan düş diyelim. O başkalarının sözcüğü.


Ama bir şey var ki, daha duyulmadan susturulmuş, boşluk diye adlandırılmış. Daha doğmamış olandan geriye kalan bir iz, salt çizgiden bir resim, boğulan bir mırıltı, bir boşluk.


Zor, bir kez daha, şimdi, böylece söze girmek. Bütün kayıplarından sonra hayatın... Bunca gecikmiş. Hep gecikmiş, hep zedelenmiş. Tek başına konuşmak sözcükleri çoktan ele geçirmiş bir dünyada... Üstelik hiç kimsenin ya da hiçbir şeyin kendisiyle bir ve aynı olmadığı bir dünya bu, tam tamına böyle söylemişlerdi bana, ne gereği vardı ki böyle bir dünyaya inanmanın? Susturulmuşluğun ağır, acılı, ezici deneyiminin içinden konuşuyorum. Dile gelir gelmez yolculukları bitiyor sözcüklerimin, kendileriyle bir ve aynı olmadıklarını en baştan biliyorlar. Hayatın bütün kayıplarının ortasından geçip, aslında hiç çıkmadıkları bir yere, kendilerine dönüyorlar. Dönecek başka yerleri olmadığı için.


Bir kez daha susturulmuşluğun o ağır, acılı, sıkıntılı deneyimi çok iyi bildiğim için hep unuttuğum o deneyim. Parıltılı bıçak, toz ve kül, kaba ve alaycı kahkaha, dile dolanan dil, altın iğne, cennet tadındaki damla, sürüne sürüne hepsinden kurtulmaya çalıştığım kibirli, şişkin, buyurgan göz, her şeyi yutan sessizlik, sinsi cehennem. Sözcükleri içten içe oyan görünmez bıçak.


Yalnızlığımın tam ortasından konuşuyorum, ben ki yalnızlıktan daha uzun süren bir şey tanımadım. Şimdi kendimden söz etmediğimi düşünürseniz yanılırsınız. Kendi dilimi konuşmaktan başka çarem yok, kendi ıssızlığımı, ki benim cehennemimde de gerçek bir şey vardı ve ona ‘başkaları’ diyemeyeceğim, ‘bu benim’ diyeceğim.


Zor bütün bu sözcüklerin, gürültülerin ortasında eğilmek ve dünyanın mırıltısına kulak vermek —çünkü konuşmaz dünya. Bu sesin serinletici bir soluk gibi içine dolanmasını beklemek. En yakın karanlıktan daha yakın ışığa —saf, cılık ve ürkek— bakmak, içinde her şeyin kaybolduğu yola koyulmak, acılı toprağa ağlamak... Geceyi çıkaramayan düşün peşinde, çoktan bir başka yere gitmiş olanın, hiç doğmamış olanın peşinde, karanlıkta, el yordamıyla, belli belirsiz çağıran ama hep uzaklaşan, asla yanıtlamayan sese doğru...


Bu sese şimdilik ‘sen’ diyeceğim.

21 Şubat 2013 Perşembe

Kımıltısızlığı Taşların...

Bu gece yağmur yağıyor, zamansız bir yağmur. Öyle güçsüz ki, bir-iki gök gürültüsü olmasa varlığını bile hissetmeyecektim. Yağıp yağmamakta kararsızlık çekiyor, her damla kendisi adına özür diliyor adeta. Bana biraz daha mutsuz olmamı ve kendim adına özür dilememi fısıldar gibi. Ben de yazıyorum. Yalnızım. Oysa bu gece o kadar etkilenmiyorum yağmurdan, ağlamıyorum çünkü senin için.

Bu gece, gidiyorum. Gitmek, ne korkunç bir sözcük. Vedalaşmak, gitmek, bırakmak, terk etmek, ayrılmak... Tek bir veda bütün bir ömür boyu sürüyor. Sanki binlerce parçalanmış midye kabuğunun çizdiği bir yoldan gidiyorum, var olmayan inciyi aramış birinin izini sürüyorum. Biliyorum, bir insanın sevgisini kaybetmek, zorlukla alışılmış bir doruktan aşağıya yuvarlanmaktır. 

Ancak sen ilgilendiğinde kanamaya başladı yaralarım, oysa hep oradaydılar. Kabuk bağlamışlardı, sen kendini yalayarak kendi yaralarını tedavi ettiğini iddia ettiğinde. Gereksinim duyuyorum izlere, bir zamanlar acı çektiğimi hatırlatmaları için bile olsa gereksinim duyuyorum. Zamanın geçip gitmesine, elimde hiçbir şey bırakmadan akmasına dayanamıyorum çünkü. Oysa her iz doğduğu anda ayrılıp başkalaşıyor onu yaratandan, gerçekdışı oluyor. (Yaşamımın ağını gözyaşlarımla örüyorum, bir örümcek gibi.)

Oysa biliyorum, sen dokunmadın bile yaralarıma, sadece baktın, şöyle bir an, gözucuyla. Başını kitabından kaldırıp kendisini çağıran sese cevap veren biri gibi. "Ne var?"

Sen acının sınırları olduğuna inanır mısın? O zaman belki bu yağmurun son yağmur olduğunu da düşleyebilirsin. 

Bana bir zamanlar verdiğin sevgi, benim de hiç çekinmeden aldığım, sonsuzmuşcasına, korkusuzca, eriyip gitti, bir çocuğun elinde korumaya çalıştığı gizemli, mucizevi bir kar tanesi gibi. Geride kalan anlamsız bir ıslaklık işte. Sevişme sonrasında yatakta bıraktığımız ıslaklık gibi, göz çarpmayan, kolaylıkla bırakılıp gidilen; yalnızlığın bir ayrıntısından başka bir şey değil.

Suların akışı, avuçlarından sızıp gitmesi tanımsız bir acı veriyor bana. Geçmişe duyulan özlemden söz etmiyorum; geçmiş bugünden daha mutlu değildi, olup olmadığını hiç sormadım kendime. Zamanın durdurulamayan akışından, sürekli "bu an"ın geçmiş oluşundan duyduğum o iç sızısını anlatıyorum. Sanki büyük bir ırmak boyunca gidiyorum; hiçbir yerde durmama ve kıyıya çıkmama, hiçbir şeye ikinci kez bakmama izin yok. Bunun bir gelecek korkusu olduğunu söyleyebilirsin, ya da o tanıdık, eskimiş ölüm duygusu. Bence değil; ölüme doğru kaçınılmaz yol alışı ben de herkes gibi unutabiliyorum. Anıların, hiç yaşanmamış gibi birbiri ardına yitmesinin yalın hüznü söylediğim. Belki bu yüzden hep izler istiyorum. Belki de gerçek ölümler...

Bazen bir düşten uyanır gibi, hayatımdan uyanmayı bekliyorum, ama inan sözünü ettiğim ölüm değil gene.

Ölüm öylesine gürültülü ki. Onun yalnız kahkahasını duymuştum. Giysilerimi çıkarıyorum teker teker, seninkileri de, çırılçıplak kalana dek, yavaşça; saçlarımı kesiyorum sonra, seninkileri de, kara, tahta bir tabuta seriyorum onları, üst üste ölüler gibi. Büyülü bir müzik eşlik ediyor bu ayine. Giderek hızlanan bir ritim var; marimbalar, vibrafonlar, gonglar, yarıya kadar doldurulmuş kristal kadehlere vuran incecik çubuklar... Sonra bir midye kabuğu oluyor, parçalanıyorum. Her gece, yeniden, her gece... Günbatımını göremeyecek bir yarımay olarak doğuyorum, her sabah kendi kanımda boğulmak için - ki Kızılderiler o kandan  yaratıldıklarına inanır. Her gece anne oluyorum ve ölüyorum.

Giderken, tek avuntum, kımıltısızlığı taşların.

23 Ocak 2013 Çarşamba

...

I'm in an idle brute stupidity for in your absence what is there to do? I cannot learn unless you tutor me and all my business dealings are with you. I've never had to earn a living wage. Others kept me. I was on my own. But if you have employment, i'll engage to be your menial without a moan. Have fun then with the rich and clever crowd. Give me the heavy work. I'll hump your stuff, I'll wash and clean for you. If I'm allowed to do your bidding that will be enough. For when you look at me you make me feel I own the love with all its coal and steel. I know you've gone. You left me vegetating. The vacant season bores me worse and worse. The yokels here are busy copulating. Our local hero's travelling (in a hearse). But what your body's doing now I don't know nor why the hours are slowing down today nor when tonight my dream of you should go to meet your dream of me somewhere halfway. Don't be afraid: time won't abandon you and doubtful things will pass beyond a doubt. Your narrow bed is wide enough for two. We'll have the kisses we have done without. And I shall know that you are with me then and not know when you'll go away again. So we can sit and stand around a bit. I'll drink my coffee and you drink your wine. Then say goodbye. Let's make the most of it: An hour of yours that's still an hour of mine. For every love has its contingency and puts itself first. Loves of all kinds do. I've got no money so you'll not want me. You love your life and what I love is you. They're waiting for you in the posh places. Hurry along now or you'll miss your chance. They are the loaded men, they feed their faces. My dream of you is an irrelevance. And if I'm sad that makes you laugh, I know. But never mind: I'm not your business now. The time we might have called it love has gone. You've had as much of love as you can stand. We use a boy who hasn't any friend but comes and goes when someone takes him on. The gifts and names he bears are not his own. He goes between, and we get more remote and though he kisses us we keep him out and we are not together and not alone. We have no love to give. It's time he went. There's nothing for us now in his misery. The kisses we give are a formality. The names we speak are not the ones we meant. We cannot be together unless we know We are alone with nowhere else to go. I'm in a place where you have never been. There's arty conversation at weekends. I'm home again. I'm not still in here. But things like this, they always end the same. We've said "Auf Wiedersehen" for good, I know. It can't be helped and you are not to blame. Don't lose your beauty sleep. I wonder though on sundays when you all meet up to catch some little local train and you're about to climb aboard, whether you'll turn and watch The big transcontinentals pulling out. But then: go with the gent who's kissing you. I haven't paid. Do what you have to do? Es regnet auf mir in den Schottische Lande Wo ich mit Dir noch nie gewesen bin Man redet hier von Kunst am Wochenende Bin jezt zu Hause, nicht mehr in Berlin So kommt es immer vor in diesen Sachen Wir sehen uns nie wieder, hab' dein Ruh: Du hast kein Schuld und es ist nichts zu machen Sieh' immer besser aus, und nur wenn Du Am Bahnhof mit Bekannten triffst, O dann Als Sonntagsbummelzuge fertig stehen Und Du einsteigen willst, kuk einmal an Den Eisenbahnen die dazwischen gehen. Sonst, wenn ein olle Herr hat Dich gekusst Geh mit; ich habe nichts bezalt; Du must.

10 Ocak 2013 Perşembe


“Ayrılık ancak düşük bütçeli aşklar için cüzzi bir çözüm yolu olabilir”

26 Aralık 2012 Çarşamba

Hızla çekip giden onca şeyin, her şeyin içinden, bir tek kendi yüzün dönüp bakar geriye.

Postaneden geri döndüm korkakça, gücüm yetmedi yollamaya, ama eminim ki insan bu - yapacaktır - en kısa sürede -

Tek ihtiyacım olan şey, biraz kahve - sigara - yalnızlık - ve senin için hazırladığım yılbaşı hediyesi.

Yanı başımda, o bana bakıyor ben ona...

Ne kadar çok şeyi değiştirecek değil mi küçük bir zarf? Sen susmuşken, ben uyuyorken, o hayatımızı yeniden anlamlandıracak, sadece bir kaç gün sonra.
Bazen geçmişini postalaman gerekir. Hayatımdaki en acı verici postane ziyaretiydi - şarbonlu mektup göndermek gibi.

Üzgünüm, böyle olmasını istemezdim. Emin ol, çok acı çektim ben de o mektubu gönderirken - yani seni, geçmişi, senin geleceğini -

Ama artık daha güçlüyüm, beni hiçbir şeyin korkutamayacağını anlaman, yaptıklarının ve yapmadıklarının bedelini ödemen gerekiyordu.

Zarf yola çıktı. Bu ilk zarf, eminim ki bizim geçmişimiz tek zarfa dolacak kadar hafife alınamaz.
Bir sonrakileri elden teslim edeceğim, o daha da zor olacak biliyorum.

Ama artık bitti.
Bir böceğe insan olmayı anlatamayacağını, böceğin asla insan olamayacağını anladım.
Bencil olmamayı beceremeyen erdem, pişman olmayı asla sağlamayacaktır.
Zarfın formülü buymuş sadece...

7 Kasım 2012 Çarşamba

Onu tanıdığımda...


ONU TANIDIĞIMDA…

Onu tanıdığımda kafası çok karışıktı.
Onu tanıdığımda filikaları batmış gibiydi.
Onu tanıdığımda elleri birer cesetti.

Hemen hiç konuşmazdı.
Dudaklarıyla oynar, sözcükler türetmeye çalışırdım.
Gecenin dümeniyle oynar kayalara bindirirdim.
Kuşların gagalarıyla oynar kıvılcımlar çaktırırdım.
Onu tanıdığımda avuçları bu kadar aydınlık değildi.

Onunla ben bir kez içki içmedim.
Onunla ben bir dağı kaldırıp altına bakmadım.
Onunla ben boyaları karıştırıp olmayan bir rengi aramadım.

Onu sarstığımda öfkelenmezdi.
Ona vurduğumda tanrı bir şey demezdi.

Ben ona hiç armağan almadım.
Ben ağaçlara hiç yaprak armağan etmedim.
Ben denize hiç mürekkep balıkları armağan...

Onu tanıdığımda etinden bir tay yontuyordu sadece.
Şimdi ise yavaş yavaş ben yontacağım onu - kendini unuttukça beni de unutacağını varsaymıştı sadece...

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Söz... Birlikte öleceğiz...


Bazen, kendimi küçülmüş, bunalmış hissettiğimde, düşlerimin gücü bile yaprak döküp kuruduğunda ve elimde düşlerimi düşünmekten başka düş kalmadığında, eski düşlerimi rasgele karıştırdığım olur, ister istemez hep aynı kelimelerle karşılaşsak da tekrar tekrar karıştırdığımız kitaplar gibi. Seninle ne olacağını da o zaman merak ederim işte, şatafatlı sessizlik törenlerinin yapıldığı farklı manzaraları, eski iç dünyaları ağır ağır seyrederken gördüğüm o resmi... Bütün düşlerimde düş gibi görünür ya da sahte bir gerçeklik gibi bana eşlik edersin. Seninle belki düşlerinde yaşayan memleketler, belki de yoklukla, insani olmayan şeylerle yoğrulmuş bedenlerinin bir parçası olan ülkeler gezmişimdir, esas bedenin ise, gizli bir sarayın bahçesinde, sakin hatlarla çizilmiş ova ve dağlarda erimiştir. Belki de sahip olduğum tek düşsün sen ve belki yüzümü seninkine yapıştırsam, gözlerinde imkansız manzaraları, sahte sıkıntıları, yorgunluklarımın karanlığını, huzursuzluğumun kovuklarını dolduran o duyguları bulacağım. Düşlerimdeki manzaralar,seni düşlememek için bir yol olmasın sakın? Kim olduğunu senden daha iyi biliyorum, ama ben kimim, onu biliyor muyum sanki? Düş görmenin ne olduğunu, gerçekten ne olduğunu biliyor muyum ki, sana düşüm demenin ne anlama geldiğini bilebileyim? Belki benim parçamsın, belki en önemli, en gerçek parçamsın, bunu biliyor muyum? Yoksa düş benim, gerçeklik sen misin, ben senin düşün müyüm, yoksa sen benim yarattığım bir düş değil misin? 


Nasıl bir hayat seninki? Seni nasıl görüyorum? Beni nasıl görüyorsun? Hiç değişmediği halde hiç aynı kalmıyor her şey. Bildiğimden söylüyorum bunu, ama bildiğimi bilmeden. Bedenin mi? İster çıplak olsun ister giyinik hep aynı, otursa da, yatsa da, ayakta dursa da, bana sarılsa da hep aynı pozisyonda. Bütün bu anlamsızlıkların anlamı ne? Daha fazla ne kadar çökerteceksin beni?

3 Mayıs 2012 Perşembe

Kendinle yüzleş ve artık kendine dürüst ol. Acı ve aşk, yani yaşam, sırf acı veriyor diye hastalık yerine konamaz. 

6 Nisan 2012 Cuma

Cellad kim?

Bir Cuma günü, ıslak çimenlere uzanmış, parktaki insanları izlerken birden şunu hissettim... Sensiz öleceğim, bunu düşündükçe yüzüme çarpan ferahlık kokusunun verdiği rahatlama hissine rağmen, farkındalığım ile kalp atışlarım aynı oranda hızlandı. İnsan sessiz bir ortamda kalınca kulakları sadece kendisini dinlemesine yol açıyor, kalp atışlarım çıldırırcasına beynimde yankılanıyor ve ben gittikçe tüm bu kalabalığın içinde daha da silikleşiyorum. Rengimi, sesimi ve benliğimi kaybederken geriye sadece derin soluklarım kalıyor ve beni ben yapan tek şeyin o olduğunu hatırlarken tüm hücrelerimle özlüyorum onu. Oysa ki zaten o içimde ve ben her nefesimde onu taze tutuyorum. Aslında sorun aynaya baktığımda kendimi göremememde. Kendimi sevdiklerimin gözlerindeki yansımada görebiliyorum sadece.

Biliyorum ki kendimi sevmedikçe diğerlerine vereceğim sevgi aslında ihtiyaçtan... Sevgiye aç yaşıyorum ve kendime veremediğimi başkalarına verip onlardan umuyorum. Bununla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum. İnsanları aşağılayarak kendimi yüceltmeye çalıştığım o günlerdeki gibi kemiriyor ruhumu düşünceler. Çünkü her defasında sevilmeyeceğimi düşünerek son çığlıklarımı atıyorum sığ bataklıklar üzerinde. Ama ben kendimi bile aslında sevilmek istediğim gibi sevmiyorum. Sürekli ben ve kendim ikili kavgalarda öldürücü darbeler savururlarken birbirlerine, anbean ayrı düşüyorum kendimden. Gitmek çözüm olsa bile kendimi bırakamayacağım gerçeği tokatlıyor ruhumu... Korkularım zamanında ölmek ile başlıyor aslında. Zamanında yaşamayan biri, zamanında nasıl ölebilir ki? Yaralı kuşların birbirine sarılarak uçamayacağını biliyor olmam gerekirdi ama tüm bildiklerim sadece elimi attığım hiçbir şeyi istediğim gibi başaramadığımdı. İstediğim evlat, istediğim eş, istediğim arkadaş, istediğim ebeveyn olamadım, olamayacaktım belki de. Ne istediğimi de bilemememle beraber sadece namemnundum halimden. Ölüm bile beni görünce yön değiştirecek kadar yabancı oysa varlığıma. Sıfatlar bile hiç memnun etmemiş beni. Sıfatlarımla yaşayamadım hiç, toplumun bana atfettiği her sıfat hafif bir mide bulantısı oluşturdu bende. Çocuk olmak, ebeveyn olmak, öğrenci olmak, işçi olmak, sevgili olmak... Her şeyden öteye ben, "ben" olmayı hiç istemedim ki! Bundandır belki de tutunamadım hayata. Yaşama hakkımı zorla elde etmedim sonuçta. Yaşamak için savaşmayı da anlamsız buldum ama hep aitliğim olsun, aidiyetliği tadayım istedim. Bu kadar bağlanmaya müsaitken ruhsal varlığıma bile saygı duyamayacak kadar örseleyen neydi beni bilmiyorum. Mutsuzluk yalnızlığımla sırt sırta vermiş adeta, bundandır istikrarsızlığım belki de? İnsanların benimle ilgilenmesi, zor zamanlarımda onlara dert yanabilme özgürlüğüm, hayatın beni hep ters köşeye yatırmış olması ve tüm bunların elbette benim değil insanların suçu olduğu hakikatı var ve de... Kendimi yerden yere vururken, nasıl bir de kötülüğümle ya da olumsuzluğumla yüzleşebilirim ki? Her şey bana hayat veren annemin suçu ya da yeterince sahiplenmeyen babamın? Ben sadece kurbanım. Kurban olduktan sonra, kurban etmeyi kolayca başardım. Önce sevgililerimle yola çıktım, sonra da ailemi kurban ettim kendimi içimde. En son sıra Tanrı'ya geldi. Ve işte o anda acizle tanıştım. Karanlıkta aç bırakılmış ve halatlarla dövülmüş, defalarca benim tecavüzlerime maruz kalmış, kendisine verilenleri doğru tarafa bakamadığı için asla görememiş, yardım isteyen ama kalkmayı veya seslenmeyi akıl edemememiş egomla karşılaştım sadece. İşte sadece o, egom. Öylesine güzel, öylesine savunmasız ve pislenmişti ki fikirlerimle, kömürlükteki bir çocuğa benzettim onu. Sarılmak istedim ama kendi kendini zehirleyen bir yılan gibi itti beni kendinden. Onunla yüzleşmek, onunla yaşamaktan çok daha ağırmış meğer. Onu tanımak, neler yapabileceğini bilmek, başıma ördüğü çorapları anlamak ve bize yaptıklarını her dakika düşünmek... Hepsi daha çok acıttı yüreğimi. Daha çok suçluluk duydum ve daha çok nefret ettim kendimden. Oysa ki nefretim varlığımdaki en güzel şeyden besleniyordu. Vermeye hevesli olduğum ve almaya ihtiyaç duyduğum sevgiden. İşte o anda anladım ki sevgiyi kullanmayı bilmeyecek kadar deneyimsizim bu hayatta. Çünkü, mutsuz oldukça insanların beni sevme olasılığı olduğu öğretilmiş bana ya da hareketlerim yüzünden hep bu şekilde davranılmış geçmişten bugüne. İstemsiz olarak etiketlemişim meğerse sevgiyi. Dolayısıyla seni etiketlemişim. Şimdi ezberi bozmaya çalışıyorum sende var olan, sudan çıkmış bir balık gibi çırpınıyor görünsem de sadece sevgi konusunda son nefesini veremeyen bir kurbanlık gibi hissediyorum kendimi. Celladım sen misin yoksa ben mi?

10 Mart 2012 Cumartesi

seversen sen seni...


...
tekrar söylüyorum,
öğretmezsen öğrenemem.
tekrar söylüyorum bir son var,
son defanın bile sonu,
yalvarmanın son seferi,
rol yapmayı bilmemeyi bilmenin,
söylemenin son seferinin bile bir sonu var.
beni sevmezsen sevilemem,
seni sevmezsem sevemem.


bayat sözlerin yayığı gene kalpte
eski lavabo pompasından aşk aşk aşk 
diye fışkıran ses
dövüle dövüle kesilmiş sütün suyu 
değiştirilmesi imkansız sözcükler...


korkutuyor yine!
sevmemek,
sevmek ve seni değil,
seviliyor olmak ve senin tarafından değil,
rol yapmayı,
rol yapmayı bilmemeyi bilmek,
ben ve seni sevecek olan diğerleri,
severlerse seni...


...
Where i am, i don't know. I'll never know, in the silence you don't know, you must go on, i can't go on. I'll go on...

12 Ağustos 2011 Cuma

Love issues, Borderline issues!




- Hava çok sıcak.
- Ben korkuyorum. Neden korkuyorum ki?
- Off çok terliyorum...

O hep terledi, o da hep korktu. Herşey nasıl başladıysa öyle devam etti. Tek düzlemde evrenlerindeki tek sorgulamaları hep ilişkileri oldu. Aslında bu gözükaralığı ikisi de bile bile onaylamıştı. Oysa ki hayatın gidişatına bakıldığında öğrenilmişliklerin oyununda elde kalan tek kart hoşçakal ya da merhaba oluyordu. Herşeyi düşününce daha da fazla kafası karışıyor maşukun. İnsanın düşebileceği en alt sınır zihninin ulaşabileceği en üst nokta kadar uzakta. Sorgulamalarla dolu bir hayatın içinde her defasında büyük bir problemi örtbas etmek için küçük problemlerle masayı donattıklarının farkına varamadık çoğu zaman. Kimin kalbi doydu, kim hâlâ aç ya da kim artık yemek yemeyi unuttu bilinmez ama her defasında ölmeden önce hatırlanacaklar listesinde hafızanın bir yerlerine kazındı olan biten. Aslında hep hatırlıyor insan, herşeyi... Ama söz konusu seven insan olduğunda her biri farklı kalınlıklarda ve renklerde prezervatifler gibi. İnsan ruhu bu... Yüzyıllardır anlamaya çalışıyor düşünürler. Bazen bir çöp poşeti gibi. Bakıldığında minik ama içini açınca kocaman. Bazen bir balon gibi - bir noktadan sonra patlıyor. Bazen de bir sakız gibi - balonu patladığında kalbine yapışıyor.

Seviyorum, öyleyse hayattayım. Bu nedenle basıp gitmeden önce aslında ruhumu ne kadar da öldürebileceğinin farkına varmalısın sevgilim. Ben hiç yorulmadım - her gün yeniden başlıyorum - hastalıklı sevdalar klişesinin sevgi fetişisti olarak... Huşu içinde bir zevkle izliyorum flu hayatı. Nesnelerin anlamsızlığı içinde beden denen nesneye taparak atıyorum kahkahalarımı. Hayatı belirleyen şey ne? Beni belirleyen sıfat ne? Özne nerede? Nesne neden yok? Peki ya zaman?

Bu sorulara verilecek bir cevap da yok. Aslında milyonlarca insan soruyu bile sormuyor. Muhtemelen Tanrı'nın bir eğlencesi aşk denen şey. Bir gün yüzyüze gelirsek senariste anlatacağım - iyi bir oyun ortaya çıkartamadığını. Yönetmen olarak iyi oyuncular seçemediğime gelirsek - o öyle bir konu ki zaten tek suçlusu da belli; Love issues, Borderline issues ! 

13 Mart 2011 Pazar

7 Şubat 2011 Pazartesi

Godot gelmedi

Gitme, gitme, hâlâ Godot'yu bekliyoruz. Godot gelmedi... Ama duymadın mı dün gelen çocuğu, Godot sadece bugün gelemeyeceğini söylemişti.

23 Aralık 2010 Perşembe

Godot'yu Beklerken

Ben Godot kadar kötü değilim dedi bana. Godot hiç gelmeyeceği halde Vladimir ve Estragon'a geleceğini söylemiş. O Godot gibi değilmiş, sadece biraz şaşkınmış. Tüm yaşadıklarımızın sebebi buymuş.

Tek temennim hayatlarımızı Samuel Beckett'in çifte kahramanları gibi yaşayacaksak bari Mercier ile Camier gibi olmamız dedim ona.

Sanırım kitabı okumamıştı. Sonrasında bir tek cümle dahi kurmadı. Zaten her nedense sürekli tek cümlelik iletişimler halinde diyaloglarımızı kurgulamaya özen gösteriyor. Eğer hala 16 yaşında olsaydım bu gerçekten çok ilgi çekici olabilirdi benim için.

Ancak son yıllarda kendini ifade edemeyen insanlar bana sarımsaklı yemekleri anımsatıyorlar. İlk başta tadı güzel gelebiliyor ama fazlası gerçekten mide bulandırıcı bir hal alabilir.
Aslında bazen konuşmaya da gerek duymamak gerek. Çünkü ne kadar konuştuysak o kadar öldük her defasında.

Sanırım kendince farkedemedi ikimizin de yıllardır Godot'yu beklediğini. Godot hiç gelmedi, zaten oyunda Godot'nun kötü biri olduğunu hiç düşünmemiştim. Vladimir ve Estragon'un sürekli olarak dünü unutmaları ve ortaya çıkarttıkları avangart trajedinin vahametinden Pozzo'nun Lucky'e yaptıklarını dahi görmezden gelir olduk.

Biz hala Godot'yu bekliyoruz. Ben geceleri bekliyorum, o da gündüzleri bekliyor. Olur da Godot gelirse, ikimizden birini orada bulsun diye. Godot ikimize de geleceğini söylemedi aslında hiç - Vladimir ve Estragon'un aksine - Biz kendimizce umduk gelişini. Diğerlerine gelen, bize de gelirdi değil mi?

Ama Godot hala gelmedi. Bir gün gelirse ona soracağım bu kadar gecikmesinin hesabını. Belki Godot'nun da söyleyecek hiçbir şeyi olmaz ve susar, tıpkı o ve diğerleri gibi.

2 Aralık 2010 Perşembe

Çubuk Kraker ve O

Hiçbir şey söyleyemedim. Tek kelime edecek mecalim kalmamıştı çünkü. Neden geldiğini bile anlayamadan etraflıca paltosunu üzerine geçirdi ve gitti. Sanırım acıtacağını düşünüyordu. Ama pek bir işe yaramadı. Hayatın kendi içindeki acıları özümsedikçe, artık gidişatları umursamamaya başladığımı bilmiyordu.

Oyunu her zamanki kurallarına göre oynadığını sandı. Aslında oyun çoktan bitmişti. Artık oyuncu da yoktu karşısında. Ama o rolünü çok iyi benimsemiş olmalıydı. Kestirip atmayı çok iyi becerebileceğimi hiç düşünmedi. Onu ben var etmiştim ve yok edebilecek gücü de her zaman kendimde bulabilirdim. Sadece bu ağlama duvarından biraz uzaklaşmayı yeğlemek yeterliydi her şey için.

Bittiğini söylemedim, çünkü zaten günlük şartlar altında başlayan bir şey de yoktu - sadece o an için bu gerçeği göremiyordum. Tükenmiş ve yıpranmış görünüyor olabilirdim ama bunun sebebi zaten tükenmiş ve yıpranmış olmamdı sadece. Kendince bir nefret geliştirdi, anlamsız yere. Ben faresini yemeyip sadece zevk için öldüren bir kedinin kibrine sahipken, o kedinin fareyi sonsuza dek kovalacağını düşünüyordu. Açıkcası onun adına üzüldüm. Kendisini daha değerli hissedebilmenin farklı yollarını keşfedebilmesi gerekiyordu. Sınırda duyguların suistimaliyle sadece sınırsızca rezilleşebileceğini farketmeliydi. Sanırım sandığımdan daha aptaldı. Bazen kendimi fazlaca kapitalist hissediyorum. Çürük malını karşısındakini salak yerine koyarak satan bir kapitalist gibi. Zaten yeterince aptal görünmeseydi gözüme, muhtemelen bağlılık rolüm, bağımlılık gerçeğime dönüşecekti. Her şeyin benim için çok değerli olabileceğini sanması ne acı oysa ki. Neden o oyunun bile farkına varmazken ben biletlerin parasını ödeyeyim ki?

Daha zeki olmalıydı. Kendini sevemeyen birinin, bir başkasını da sevemeyeceğini bilmesi gerekirdi en başta. Eğer o da kendisini sevebilseydi, daha farklı bir tablo ortaya çıkabilirdi. Kaçıp gittiği ne varsa, ben çubuk krakerimi yerken anlatabilirdi oysa ki. Ayrıca dünyanın gidişatından da oldukça bihaber. Zaten dünyada sadece kendince o olduğu müddetçe bir başkası için içinin yanabileceği dürtüselliğine asla ve asla ulaşamayacaktı.

Korktuğum şu ki, yıllar geçse de hâlâ bir aptal olmaya devam edeceğidir ki kuşkusuz bunu gerçekleştirmeyecek olsaydı hayatımda hâlâ varolabilirdi. En azından adı geçerdi bir yerlerde. Bunu onun istemesinden çok, benim istemem önemliydi. Pek çok kişi için böyleydi... Terapistim ve beni tanıyan diğer insanlara göre.

Madem ki bu bilinçteyim, hani her eyleme yönelik bir neden-sonuç ilişkisini kendi kafamda kurgulayabiliyorum, neden hâlâ sınırlarda dolaşmaya devam ediyorum acaba? Bu sorunun cevabını verebilen kimse yok sanırım. Bir insan bilincini ve algısını neden bu kadar yerden yere vurur? Oysa ki günümüz dünyasında aptal olmak için yapılması gereken fazlaca bir şey yok. Görünen o ki, farkındalığın bile farkına varamayan günümüz post-modernist insanı serbest piyasada daha çok prim yapıyor. Hayatın içindeki ayrık otu, kesinlikle zehirli olmak zorunda değildir elbette.

Ama modern çağın insanlardan beklediği çok şey var, hakkını yememeli. Mesela o, giderken tüm görevlerini gerçekleştiriyor, Tanrı'ya olan sonsuz itaatinin varlığıyla cennette bir yer edineceğini umuyor, sorumluluklarının bilincinde ruhsal masturbasyonla günde 24 kez boşalıyordu mütemadiyen. Açıkcası hiçbir şey yapmıyorum buna rağmen! Ben çubuk krakerimi yerken sadece olan biteni izlemeyi yeğliyorum. Hayatla aramda ince bir cam var gibi, her şeyi en ince ayrıntısına varana kadar gözlemliyor ve anlıyorum ancak asla hayata dokunamıyorum.

Yine de günümün gecemin hakkını yememeli. Hayata dokunmak boyun eğmeye eşdeğer olmadığı müddetçe hayata dokunmadığımı iddia edemem. Gerçi dokunmak her anlamda boyun eğmek anlamına gelebilir. Ona dokunmak için de, onun kurallarıyla oynamam gerekirdi mesela. Oysa ki yazılı olan hiçbir kural yok! Sadece kimi gerçekler var... Kabulleniş kendi içinde bir rahatlamayı barındırıyor derlerdi, bu da yalanmış. Onunla ilgili herşeyi kabullendiğim anda, harcadıklarımı ve yitirdiklerimi düşündükçe kendime fazlasıyla acıdım.

Kendine acıma içinde bir özbenlik saygısı barındırır değil mi? Muhtemelen... Ya da sadece nefrettir insanı hayata bağlayan dinamiklerden biri olarak. İnsanın kendiliğine ve benliğine olan nefreti ve öfkesi, kimi zaman doğmuş olmanın sakıncasına dayanır, kimi zaman yaşıyor olmanın sakıncasına, kimi zaman itaat etmenin gerekliliğine... Bu liste sonsuza kadar uzayabilir elbette.

Yine de her şeye rağmen onun ya da diğerlerinin bir anlamı ve önemi yok şu anda. Çubuk krakerimin bitiyor olması benim anlık kaygılarımın öznesini oluşturuyor sadece. Hayat ne tuhaf. Bir zamanlar uğruna ölüp bittiklerin, ansızın çubuk krakerden daha anlamsız ve önemsiz olabiliyor. Yoksa ben mi tuhafım? Belki de değilim...

Kim bilir belki de tuhaflık sadece kendinden nefret eden bireylerin kendilerine yapılan bu haksızlığı hazmedememesindedir?

Herşeye rağmen çubuk kraker daha tuzlu olmalıydı. O da hayat gibi, tuzlandıkça tadını veriyor!

4 Mayıs 2010 Salı

Aslı Erdoğan'dan alıntılar...

İnsan kendi yazgısını nasıl taşır? Nasıl katlanır kendi tarihine?

‘Nekahet dönemi’ denilen uzun, upuzun, acılı bekleyişin bir ritüeli bu. Bir adımı ötekinin adımı ötekinin önüne koyabilmek, başını dik tutabilmek, kendince, kaderince yürüyebilmek. Yağmurun ve güneşin altında... Kış biterken...

Sanki görme yetisi pahasına başka yetiler kazanmış tuhaf, tortulu, tamamlanmamış bir bakış. Dünyayı bir uçundan ötekine tarayan, kendine dair bir iz bulamayan...
Sessizce, kaderince yürümek. Görünürle görünmezin sınırlarında, uğultulu kalabalıklar arasında, salt mesafelere işaret eden sarp bir yalnızlıkta... Aniden bedenleşen bir gölge gibi, incecik bir varlıksızlık durumunda. Kış kendiliğinden biterken...

Her gün daha da ıssızlaşan, bütünüyle tanıdık, bütünüyle yabancı bir dünyada yürüyüp gitmek. Dilinin ucuna takılan bir ezginin peşinde, tek tük sözcükler kopararak boşluktan, hatırlanmak istemeyen anıları kovalayarak...

Bir yıkımı, bir umutsuzluğu, bir acıyı hızla, boydan boya kat ederek ardında bırakmak. Bir o çağrıya, bir ötekine açılmak. Uysalca salmak kendini sünger gibi emdiğin uğultuya... Onunla dolmak, onunla konuşmak. Sözcüklerden medet ummak. Dönüp durup aynı yere gelmek, aynı çıkmazlarına, kafeslerine dalmak yüreğin, aynı sözcüklere tutunup ayağa kalkmak... El yordamıyla ilerlemek yıkıntılarda, kendi geçmişini arayan bir hayalet gibi. İnsana dair bütün öykülerin çarpıp parçalandığı taşların arasında... (Bir yol olmalı ama, beni hayata geri götürecek bir yol olmalı. Hayattan buraya geldiğime göre...)

Ve başlamak... Yeniden, bir kez daha. Yıllardan, yenilgilerden, mevsimlerden, ölümlerden sonra, onca vaatinden ve ihanetinden sonra yazgının, yeniden başlamak. Örümcek ağlarından kurtulan bir sinek gibi, yarım yamalak kanatlarını rüzgara açarak yola koyulmak. Bir sonsuz kez daha. Başlangıçlarla sonlardan oluşan hayatın nasıl geri dönüşsüz, acımsızca geridönüşsüz olduğunu öğrenmiş gözlerin uzaklara, kendi hayali ufkuna dikili.